Denizli’den aktarma yaptığım otobüs, toprağından buharlar çıkan Buharkent’ten batıya döndü. Her iki ufkun da sonunda görülen dağlar arasına serilmiş dümdüz ovanın içinden Büyük Menderes geçiyor. Hem de yılan gibi döne kıvrıla, sanki her tarlayı sulamaya çalışırcasına…
Geniş tarlaların, mandalina bahçelerinin arasından geçtik. Bir saatlik yolculuğun sonunda, kaldırımlarda yetişmiş ve üzeri turuncu meyveler dolu ağaçlar arasından Nazilli’ye girdik. Hemen sağımızda bizimle birlikte giden bir yük treni…
Efsaneye göre adını, Menderes nehrinin yuttuğu “Nazlı” isimli bir gelinden alan Nazlıili yüz binin epey üzerinde nüfus barındırıyor. Ve beni terminalde Hasan Özkaralı karşılıyor…
Bunca yolu develer için tepip geldim ben. Ve hemen o akşam üstü Arslanlı’ya gidiyoruz. Sabahattin İnce’yi berberde buluyoruz. “Eli boş gitmek olmaz, diyor bize. Şuradan bir kilo sade helva alın da öyle tanısın sizi!” Dediğini yapıyoruz ve tanışıyoruz Uğur ile… Uğur; bin yüz kiloluk bir dev. Dudaklarını uzatıp parmaklarımın arasından helva yiyor.
Aslında bu hikâyede ne anlatsam mutlaka özetin özeti olacak, deve aşkı/konusu hiçbir zaman okuyana yansıtılamayacak… Kimseler anlayamayacak; kesilen develeri neden sahipleri yiyemez, hastalanan develerin çoğunu sucuk yapmak yerine neden mezara gömer bazı insanlar… Hanımdan vazgeçerim ama devemden vazgeçmem, diyor Uğur’un sahibi de…
Valla süper olmuşş… Ben 16 yaşındayım tam bir deve güreşi hastayım. Her yıl çoğu güreşe giderim deve kamyonunda. Arslanlıdan Tuna bizim akrabanın devesi zaten…