Oyun parklarını, çocukların bazı kemiklerini kırmak, bir yerlerini koparmak için kuruyorlar sanki…
Gel yavrum, şu ablayı kovalayıp seni bindireceğim salıncağa!..
Niye ki? Nasılsa iki dakika sonra bu çocuğun (solucan yavrusu kadarcık) parmağı zincir halkasına girecek, ve kopan kısmı da (bir solucan gibi) tekrar büyümeyecek!..
Büyükler koşunca küçükler de gelir, malum… Hatta onlar birer cesaret abidesidir… Abiler veya ablalar sallanırken, onlar yürür salıncağın üstüne, birer Don Kişot gibi!.. Gözleri sabit, adımları düz, kulaklarında çığlıklar; "dur, eyvah!.."
"Donk" anlına bir diz!.. Kalkar henüz ağlamaya bile başlamadan; bu defa ensesine bir "Küt" salıncağın arka kısmıyla. Bu defa da yüzü üstüne düşer, ama cengaver gibi gene doğrulur, gözler hâlâ sabit ama feryat başlamış olarak… Üçüncü darbe boynuz hizasından "Tok" diye!.. Hem de salıncağın tahtasıyla; ki asıl darbe buydu, öldürücü, kırıcı, bitirici; iyi ki en sona kaldı da yavaş geldi…
Tek başına salıncağı ele geçirip, kimselerin görmediği bir zamanı yakaladığınızda; iplere tutunarak, arkaya sarkmış halde gökyüzünü incelemeyi kaçınız denemedi ki, tepe üstü yere çakılmadan önce?..
Sanırım çocukların "yıldızları" keşfetmesi hep oyun parklarında olmuştur!..
Yüz hikaye daha biliyorum. Ama salıncaklarla ilgili yüz birinci hikaye; bir gece, sahil dönüşü, bekçisi bile gitmiş oyun parkına koşarak, sevinç içinde sallanmaya başlayan birine, kızın biri aşık olmuştu; "bu ne şirin bir çocukluk", diyerek!..
Kaza bu ya, bazen de "geliyorum" diyor işte…
(Yarından itibaren bütün bekçiler, parklarda pür dikkat; kıllı-bıyıklı adamlar salıncaklara üşüşmesin, diye!..)
Ya tahterevalliler!.. Apış aranda boyunun beş misli uzunluğunda koca bir demir. Karşında senden iri birileri… Diğer ucu yere vurduracaklar. Sen, "kuyruğuna" fiske vurulmuş sarı bir civciv gibi "cırk" edeceksin. Onlar da gülecek!.. İşe bak şimdi… Neresi komikse bu "oyun"un!..
Hem "oranı kolla" diyorlar da, neden oturtuyorlar çocukları bu heyulanın tepesine, anlamak mümkün değil… Belki de popoyu korumayı öğrensinler diye, kim bilir…
Bak şimdi, kaydırakların hepsinden beter olduğunu hatırladım… Hani bazısı yere kadar düz uzadığından kumda-toprakta kaymaya devam edersin… Hani bazı kaydıraklar kaymaz; küçük bir çocuğu bırakırlar yukardan, aşağıda tutmak için bekleyen kişinin kolları açık kalır. Çocuk ise, pencere kenarındaki şebboy gibi bakınır kaydırağın ortasında… Bazılarınınsa kayılmaktan ortası aşınmıştır; parmak girebilecek hatta el sokulabilecek gibi. İşte en tehlikelileri bunlardır…
Ben uzun zaman sanmıştım ki; kaydırağın tepesinden "sadece oğlan çocukları" bırakıyorlar… Ortalarda bir yerlerde ise; "kırt" yani!..
Hatta sanıyordum ki; küçük kızlar sıkıştığı zaman, işte bu kırt yüzünden gizli köşelere götürüyorlar ve hatta üstelik gene bu yüzden oturtuyorlar!..
Park deyince anlatmasam olmaz: Bakırköy’deki (Cengiz Topel İlkokulunun aşağısındaki) parkın yanından geçerken; annem "olmaz" dedikçe ben hep ısrar ettim kaymak için. "Hadi bir kere kay da peşimden gel. Ben yavaş yavaş yürüyorum" dedi sonunda…
Koştum, ve güçlükle tırmandım tepeye. İyi de çok yüksekti bu kaydırak. Bütün çocuklar büyüktü benden ve arkamdan yetişmişlerdi. Yani kayma zamanı gelmişti. Gözümü yumup bıraktım ellerimi, ve kaydııım… Fakat… Kaydırağın aşağıdaki ucu birden yükseldiği için (ve ben sanırım 5 yaşında filan olduğum için) hızla havalanıp, tam da kuyruk sokumumun üstüne düştüm. Ve öylece, bir hacıyatmaz gibi kaldım!..
Neden bilmiyorum içim baygındı, keçe gibiydim, hiç hareket etmiyordum.
Bütün sesler kesildi sanki ve ben sadece yanıma seğirten birkaç kadının sesini duydum; "çocuğa bir şey oldu", diyorlardı…
Birazdan kalkmıştım ayağa ve hiç ağlamadan, hiç konuşmadan anneme yetişmiş, sol elini tutmuş ve "bir daha senin sözünden çıkmayacağım" diye düşünmüştüm…
Stop
Muammer Erkul
09 Haziran 2004 Çarşamba