Susak çekirdekleri…
“Susak”ın ne olduğunu bilir misiniz?..
Ben bilirim… Çünkü bir zamanlar kendimi onlardan biriyle “özdeş” bilmiştim!
Susak bir çeşit kabak. Ama sapına yakın kısmı yuvarlak gövdesinden sanki ayrıymış gibi uzamış ve sanki bir tutma kulbu, sanki bir tava sapı gibi büyümüş olan bir kabak…
Şekli böyle olduğu için de bu su kabakları kurutulup, kenarından da bir ağız açılıp, iri bir maşrapa gibi kullanılmakta…
(Hah, bu bilgi kenarınızda dinlensin biraz şimdi…)
…………
Arkadaki saçağın üzerine kaldırıp beni, sordu dedem: -Ne var çatıda?.. Şaşırdım sorusu karşısında, ve;
-Tahta tencere, dedim. Sonra yanlış olduğunu anlayıp;
-Kepçe, dedim. En sonunda da;
-Su kovasının içindeki uzun saplı sarı bardaklardan, dedim…
…..
-Susak onlar susaak, dedi dedem. Kurusun diye güneşe konur bunlar. Kaç tane var orda?..
-Bir, iki, üç tane…
-Al bakalım hepsini…
İkisi benim elimde olduğu halde yürüdük cevizin altına doğru. Yere düşürdüğüm üçüncü susağı ise dedem almış, sanki oyun oynar gibi sallıyordu. Ben de salladım elimdekileri; “çısıl çısıl” akan, “çakıl çukul” çarpışan birşeylerin, çok hoş seslerini duydum içinden!..
-Ne sesi o?..
-İçinin sesi!..
-Ne var ki içinde?..
-Çekirdekleri vardır…
-Çekirdekleri vardır da, belki başka şeyler de vardır içinde. Çünkü bak, hepsinin bir küçük deliği var şurada…
Bir kumbara deliğine benzer delikler açmış olduğunu anladıktan sonra, sanki önceki sözlerimi düzeltmek ister gibi;
-Ne attıysan, o vardır içinde, dedim…
Kafasını sallayarak bana baktı ve güldü. Sonra yere oturup, sanki tamamen birbirinin aynı olan susakları önüne koydu, kenarda duran büyük taşı aldı, ve birinin üzerine indiriverdi!..
Şaşırıp kalmıştım; çünkü susağın içinden, kendi çekirdeklerinden başka akla gelen gelmeyen ne kadar çer çöp, çakıl taşı, cam kırığı, kiremit parçası, gazoz kapağı, sigara izmariti, kağıt filan varsa çıkmış ve ortaya yayılmıştı…
-Niye bunlar çıktı ki içinden?.. Diye sordu dedem… Net olarak dedim ki:
-Çünkü onları atmışsın içine!..
…..
İkinci susağı da kırdı ardından. Fakat bundan çıkan yalnızca kabağın kendi çekirdekleriydi…
-Niye bundan hiçbir şey çıkmadı, kendi tohumlarından başka?..
-Çünkü hiçbir şey atmamışsın içine, dedim bilmiş olmanın kasıntısıyla…
Yerdeki karışıklığı biraz kenara doğru eliyle süpürdükten sonra son susağı da kırdı dedem…
İşte o zaman gözlerime inanamadım;
Çünkü güneşin ışıklarını yakalayan küçük küçük çeyrek altınlar gülümsüyordu yere yayılan çekirdeklerin içinde!..
-Ya bunlar?.. Dedi…
Sesimi çıkartmadım. Sadece gülümsedim. İkimizin bakışları sarmaş dolaş oldu havada… Sonra;
-İşte bu susaklar gibi, ve yine bu susaklar kadar birbirine benzer insanlar… Sanırsın ki her biri bir diğerinin aynı… Bu durum ne zamana kadar mı sürer?.. Kabuk kırılana, ten çürüyene kadar!..
Sonra çıkıverir dışına, içinde ne varsa… Yani, “içine” ne atıldıysa!..
…..
Gel, biz senin içine bir “altın” daha atalım; hadi, bismillah… “Vel asr. İnnel insâne lefî husr. İllellezîne âmenü, ve amilüs’sâlihâti vetevâsav bil hakkı vetevâsav bissabr…”
Bu kısacık sûreyi o zamandan beri hep hatırlarım…
Ve o günden sonra, hep hissetmeye çalışırım; içimdeki susak çekirdekleriyle, onların arasına neler atmış olduğumu…
—————————————————–
Bir fıkra:
Devam et, devam!..
Külüstür bir kamyon, kırmızı ışıkta bekleyen son model BMW’ye büyük bir gümbürtüyle patlattı. Arabayı haşat ettiğini gören kamyon şoförü, panik halinde ve gözyaşları dökerek; şu “ekmek teknesini” satsa bile, kırk yıl çalışsa bile bu zararı ödeyemeyeceğini; evdeki yarım düzine çocuğunun bu tarihten sonra aç kalacağını; kış için kömür, okul için kitap alamayacağını tam yarım saat boyunca nefes bile almadan anlatınca diğeri onun haline acıdı ve BMW’sine binip hareket etti…
Az sonra ikinci ışıklar, yine aynı kamyon, yine büyük bir gümbürtü…
Umursamaz bir tavırla sigara yakan kamyon şoförü, şaşkınlık içinde arabasından atlayan BMW sürücüsüne bir el işareti yaparak;
-Benim, benim, dedi… Hadi devam et!..
Stop
Muammer Erkul
31 Ağustos 2001 Cuma